21 Kasım 2017 Salı

Salı Gününe Parça: Zeki Müren - Sorma


İlk defa rakı içtiğimde 8 yaşımdaydım. Şimdi neden böyle girdim bilmiyorum. Ofisteyim, biraz alkol aldım ve ışığı kapattırıp, kapıyı da çektirdim.

İlk defa rakı içtiğimde 8 yaşımdaydım. Ne kadar kötü bir  çocukluk geçirdiğimi az çok tahmin edin diye yazdım bu girişi.

Köyde düğün vardı. Bizim oralarda düğünler, bayramlarda yapılır. Akrabalar katılabilsin, altın bol toplansın maksat. Neyse, yine bir bayram günü, köyde bir gencin düğünü var. Hendek'ten biri gelin gelmiş bizim köye.

Akşam, köy meydanında toplanılır, davulu zurnası her şeyi olur, kendine büyük takım elbisesi giyen org çalan abi ortadadır. Kalabalığın köye bakan yani giriş kapısı sayılan bölgesinde dondurmacının minibüsü olur, belki bir pamuk şekeri satıcısı olurdu. Bizler de köyün genç kızlarının ufacık memelerine bakabilmek için, meydanın çevresinin yarısını saran duvarların üzerinde olurduk. Meme göremezdik itiraf etmem lazım.

Yine bir gün bayram, yine bir düğün ve yine duvarın üzerinden meme görmeye çalışıyoruz. Köyün en pis ailesinin oğlu yanımıza yanaştı. Ceketinin içinde bir küçük rakı vardı. Bize gösterdi. Ben dedemden alışkınım rakı görmeye, kendisi ileri derece alkoliktir ve rakı bir numaralı alkol kaynağıdır.

Dedi ki gelin rakı içelim. Biraz kafa dağıtırız. Yahu yaşım 8 benim. Kafamda ne olabilir ki dağılsın? -dedemin bana almaya söz verdiği ama hiçbir zaman almadığı bisiklet dışında-

Biraz tedirgin, biraz da meraklı halde arkalarından gittim. Dedem içiyorsa, tadı güzeldir, yoksa neden her akşam içsin ki bunu? diye kendimi avutuyorum, hazırlıyorum.

Mudurnu çayının kenarına oturduk. Boklu çaydan gelen sudan bir tas çıkarttık. Plastik bardaklara biraz rakı, biraz da boklu su koyduk. İlk tadına baktığımda kusma isteği gelmişti. Rakı bana göre değildi. Sanki çok alkol denemişim gibi; "meeh benlik değil bu abi" falan diyordum.

İçirdiler tabi.

Benim sesimi güzel bulurlardı o zamanlar. Ezan falan okuturdu imam bana. Bazen de dedem, en sevdiği parça olan Sorma'yı söyletirdi. Zeki Müren'den sürekli onu dinlerdi. Kasetçide çektirmiş şehire inip. Birkaç dubleden sonra bu şarkıyı söyletirdi bana.

Ben bir girdim gün ağarıncaaa diye...

Birkaç saniye durup kendime ve bulunduğum yerin bilincinde olup olmadığıma baktım. Sonra devam ettim. Allah allah diye bağırıyor köyün diğer şerefsizleri.

Bir yandan aklımda rakı içtiğim var. Lan diyorum ne hale geldin oğlum sen. Koca adam oldun, yaşın sekiz oldu çay kenarında şarkı söylüyorsun. Dönüyor kafamda düşünceler ama dilimde şarkı var sadece.

Zeki Müren falan dinlemiyorum patlatıyorum Sormaaa falan diye. Muhtemelen beni dürtüyorlar çok kitlendiğim için, belki söylerken ses tellerim zarar görmüş ve aslında sesim çıkmıyormuş. Belki ayağa kalkmış öyle söylüyormuşum.

En sonunda sorma utanırım, sorma söyleyemem, sorma nöbetlerdeyim... diye bitirdim. Gözlerimi bir açtım, ellerim havada, kaşlarımı çatmışım. Sağıma döndüm kimse yok, sağıma döndüm kimse yok, önüme baktım kimse yok. Bir taşın kenarına çökmüş, tek başıma rakı içmiş ve şarkı söylemişim gibi hissettim ve bu sırada yaşım sekizmiş.

Arkamdan ağlama sesleri geldi. Bir döndüm, köyün şerefsiz çocuklarının yanına yetişkin şerefsizler de toplanmış. Çayın kenarında içmek için oturan kişiler de gelmiş. Biraz daha dikkatli baktım, dedem.

"Ulan şerefsiz" dedi. "Madem içince böyle güzel söylüyorsun, neden içir demedin"

Başa dönelim. İlk defa rakı içtiğimde sekiz yaşımdaydım. Çocuklarınızın nasıl bir ortamda büyüdüğüne karar vermek sizlerin elinde. Sekiz yaşında rakı içip, çay kenarında şarkı söyleyip, insanları kendisine baktıran bir çocuk olmaması sizin elinizde.

Zeki Müren'den Sorma ile devam ediyor yayınımız.


16 Kasım 2017 Perşembe

Perşembe Gününe Müzik: Pink Floyd - Hey You



Üniversite öğrencisiydi. Saçları dağınık, üzerinde garip bir palto, ayağında bazı yerleri yırtık bir bot. Cebinde 73 Lira. İyi para. Bu yazıda ondan; "o" diye bahsedeceğiz.

Abisi rahatsızlandığı için İstanbul'a geri dönmesi gerekiyordu. İlk otobüse binmek için evden yürüyerek otobüs terminaline yürümeye başladı. Şehir küçüktü. Otobüs terminali ile evin arası yaklaşık 20 dakika yürümeyle rahatlıkla geçiliyordu. Ganyan meraklısı Mehmet'i gördü yolda yürürken.

Mehmet; "gel bir bira içelim" dedi. O omuz silkti, gitmem gerek diye yanıtladı. İstanbul'a gideceğim abi teşekkürler.

5 dakika sonra, birahanenin ahşap masasında istemeyerek bira içerken buldu kendisini. Birasını bir dikişte yarıladı ki hemen kalkıp gidebilsin.

Çerez söyledi Mehmet.

Birasını hızlıca içiyordu O. Mehmet'in işi çıktı, kalktı hesabı ödeyip. O ise tam kalkacakken bir bira daha söyledi. Yolluk yapmak amaçlı.

Abisini düşünüyordu. Gitmesi gerekliydi.

Sigarasından bir tane çekti. Bir bira daha söyledi.

Gitmesi gerektiğini düşünüyordu. Mehmet'e küfür etti.

Birasını hızlıca içip kalkmayı düşünüyordu bu sefer. Bu sefer tamamdı.

Biraz birahaneden bahsetmekte fayda görüyorum O birasını yudumlarken. O, ilk defa üniversiteye geldiği günün akşamı gelmişti buraya. Adı klasik; "sohbet birahanesi" idi.

Herkesin birbirini tanıdığı, bir delisi, bir evsizi, bir de ağır abisi olan; tuvaleti sidik kokan ve loş bir yer. Sohbeti güzel ama Sohbet Birahanesinin. Radyo reklamı gibi oldu ama böyleydi. Yani böyle bir yermiş, ben O'nun yalancısıyım.

O'ya geri dönelim;

Annesi aradı, telefona cevap vermedi O.

Saate gözü ilişti; sabahın 3'ünü bulmuştu. Birahanenin sahibi ve daimi içicisi Bülent gelip; "O hadi kapatıyorum" dedi. Bülentle yakın yerlerde oturdukları için bazen beraber giderlerdi.

Sen git abi, ben yana takılacağım, diyerek kalktı. Hesabı ödemeden.

Yan tarafta, çok küçük ama 24 saat açık başka bir birahane vardı. Orada kaç tane bira içtiğini saymadı. Bana bu yaşadıklarını anlattığı zaman da sormadım, hatırlayamadığını söyledi.

Oradan sabah çıkıp, otobüs terminaline doğru yürüdü. Cebinde 22 Lirası kalmıştı. 2 bira daha aldı sabahçı tekelinden.

Biraların birini açtı, diğerini yanına koydu.

Biraz ağladı. Nedensiz yere her şey için ağladı.

Annesi aradı saat 08:30'da. Açmadı telefonu. Son otobüse binmiş olsaydı şimdiye kadar evde olacaktı.

Diğer birasını açtı. Gözleri az görmeye başlamıştı. İleriden belirli belirsiz insanlar görüyordu. İşe giden kadınlar ve erkekler, okula giden minik çocuklar.

Kalktı. Gürkan diye bir arkadaşı vardı. Tek gözü kapalı halde onun geldiğini ve elini uzattığını gördü. Gözlerini tamamen açtığında, Bolu Kaynaşlı'da kelle paça içmeyi teklif eden, meyve sebze halinden İstanbul'a yük taşıyan Tahir abiyi gördü.

Gürkan buna bindirmiş olmalıydı.

İstanbul'da evinin yakınlarında indiğinde, artık ayılmıştı.

Kulaklığını taktı.

Eşlik etti eve doğru yürürken;

Hey you, out there in the cold
Getting lonely, getting old
Can you feel me?
Hey you, standing in the aisles
With itchy feet and fading smiles
Can you feel me?

Hep kış gelir. Görüşmek üzere.



7 Kasım 2017 Salı

Salı Gününe Müzik: You're The One That I Want



Üflemeli çalgıları çok severim. Küçükken ineklere bakmak zorunda kaldığımız zamanlarda dedemin, babaannemi kaçırırken gece sinyal vermek için çaldığı kavalı üflerdim. Kaval sesi yeterince alışırsanız inanılmaz güzel gelecektir. Çalması da oldukça basit bir çalgı. İşin benim için ilginç tarafı ve şimdiye kadar çaldığı en enteresan müzik aleti kaval değil; yine dedem tarafından yapılan minicik bir çubuk, hatta düdük. Aynen aynen adı düdük. Sazlıktan aldığı kamışlardan serçe parmağı büyüklüğünde parçalar keser, ucunu 45 derecelik açıyla düzgünce keser, ardından 4-5 delik açardı düdüğe.

Birbirimizle haberleşmek için onu kullanırdık bazen komiklik olsun diye. Bazen de Nagehan'ın olmayan memelerini düşünürken çalardım ıslık niyetine.

Sonra İstanbul'da flüt istediler bir gün. Helvacıoğlu flüt aldım en fiyakalısı falan diye böbürleniyorum. Kutusu var kartondan falan havalıyım yani. Ulan diyorum yarın okulda herkes bana özenecek.

Aldığım kırtasiyedeki adam övmüş de övmüş, yapıştırmışım parayı almışım yani düşünebiliyor musun?

Gittim okula, çantamdan çıkarttım yavruyu. Koyu yeşil, pırıl pırıl. Temizleme çubuğu ve pamuk da var yanımda. Baktım ki nemlendi üflerken, şlak diye yapıştıracağım özel ve ultra iyi çubuğuyla. Çünkü adam demiş ki diğerlerinde çubuk yok, temizleme çubuğu çok önemli. Al bunu sen demiş.

Silah temizler gibi parçalayıp, yeniden birleştiriyorum koyu yeşil yavruyu...

Do notasını bastığımız alttaki ufak parçayı serçe parmağıma göre milimetrik takıyorum. Harikayım bu işte.

Müzik dersi geldi, öğretmen dedi ki; "çıkartın flütleri"

Şlakkk!!

Kovboy gibi çektim Helvacıoğlu flütümü...

Sanıyorum ki herkes bana bakacak, ben onu minik nefes darbeleriyle çalarken herkes özenecek bana. Bir baktım sağımdaki çocuğun da Helvacıoğlu. Sonra bir baktım öndeki de aynı kutudan, Helvacıoğlu.

Avradını sikim...

Neyse dedim Samanyolu falan çalıyorum. Yılan Hikayesi çalıyorum. Benim tesellim kimsede temizleme çubuğu olmamasından yana. Çaldık. Uçurdum o gün flütü. Dudaklarım arasında ağlattım. İyice ağlattım çünkü "temizleme çubuğum var!"

Çalgı çengi işleri bitti. Öğretmen; "evet çocuklar şimdi de temizleme çubuklarımızın ucuna bezimizi takalım ve flütü üç parçaya ayırarak temizleyelim"

WTF!

Herkes çıkartıp temizledi. Ben pamukla temizledim flütü, herkesin gözlük temizleme bezine benzer bezleri vardı.

Hava atabileceğim ve iyi olduğum bir şeyin bu derece sıradan bir hale dönmüş olması beni üzdü.

En son köyde düdük çalarken Nagehan'ın memelerini düşünmüştüm.

Sonra flüt çaldım.

Koyu yeşildi.


4 Kasım 2017 Cumartesi

Güne Müzik: Mazhar ve Fuat - Adımız Miskindir Bizim


Her zaman 70'lerde yaşamak istemişimdir. Her anlamda tam bana göre olduğunu düşünüyorum 69 ve 80 yılları arasının. İspanyol paça pantolon, dar ve bağrı açık gömlek, belki gümüş bir zincir takardım. Saçlarımı uzatıp, favorilerimi yanağıma kadar indirebilirdim.

Dünyanın en anlamsız giysilerini aynı anda giyip bundan gocunmayabilirdim. Çünkü yetmişlerdeyiz. Rock'ın en tatlı zamanına yetişmişiz mesela düşünün biraz. Hippi değiliz ama dünya da çok sikimizde değil gibi. Geçim zor ama müzik var. Rock zirvede. AC/DC t-shirtleri giyiyorsun,  Pink Floyd zirvede, Elvis Presley hayatta. Beatles plakları alabiliyorsunuz, Özdemir Erdoğan, Cem Karaca var vs.

Neyse.

Bir şeyler yazmaya bayılıyorum. İlk kısa hikayemi 3. sınıfta yazmıştım. Öğretmenler gününde, annesi tarafından öğretmenine götürülmesi için çantasına patik sıkıştırılmış çocuğun, öğretmenler gününü anlatıyordu.

Çocuk, kitap kapladığı kağıtla patikleri sarmış, çantasına koyup gitmiş. Biraz çekiniyor. Çünkü başka bir şey alacak parası olmadığı için annesi evdeki patiklerden birisini tutuşturmuş eline; "al oğlum öğretmenine bunu ver" demiş çocuğa.

Çocuk okula gittiğinde, öğretmenler günü olduğu için olsa gerek her yer cıvıl cıvıl. Meraklı veliler gelmiş, öğretmenlere izzeti ikramlarda bulunuyorlar. Bir grup veli hızını alamamış ve öğretmene altın künye falan almış yani o derece hava uçuşuyor hediyeler ve paralelinde gülüşmeler. Neşe.

Çocuk hediyesini verememiş tabi halen. O sırada Emre diye bir arkadaşı geliyor çocuğun; "ne aldın çocuk" diye soruyor çocuğa. Çocuk da bir şey demiyor. Bir şey almadı çünkü, annesi evdeki patiği koydu. Kem küm ediyor çocuk ama kaçarı yok yani söyleyecek; "patik" diyor.

Emre kahkahayı patlatıyor. Oysa ki patik çok mantıklı bir hediye. Kasım ayındayız, ayakları üşümesin eve gidince mesela. Emre de kitap almış. Herkesin yanına gidip; "ben öğretmenimize kitap aldım. Çocuk ne almış biliyor musunuz?" 

Kimse tahmin edemiyor. Emre de; "tersten okuyun kitap'ı" diyor. Çocuk hediyesini öğretmeninin masasına koymadan, öylece oturuyor. Patikleri vermek istemiyor. Çöpe atıyor.

Böyle bir hikaye. O zamandan bu zamana sürekli bir şeyler yazıp bir yerlerde paylaşıyorum ya da paylaşmadan yırtıp atıyorum. Çünkü o anlık onları zihinden kağıt ya da bloga aktarmak yeterli oluyor.






5 Eylül 2017 Salı

Haftaya Müzik: Röyksopp - Running To The Sea feat. Susanne Sundfør



15+ yıllık evli kişilerin haftada bir sevişmesi diye bir şey var. Bu video da benim için öyle. Haftada bir kere izler/dinler geçerim. Sonrasında yüzüne bakmam, severim ama sadece haftada bir kere belli ederim.

Saçma bir giriş olduğunun farkında olsam da bunun için özür dilemeyeceğim. Son günlerde tatildi, şuydu buydu derken değişik bir mutluluk doldu içim. Tam bir orospu çocuğu gibi mutlu olur ya insan zaman zaman biliyorsun işte anlattırma.

Tatil dönüşü çalışmaya alışamadım.

Lisedeyken bir kızdan hoşlanıyordum. Kızla hiç merhabamız bile yoktu. Hani konuşmasından, gülüşünden falan hoşlanırsın bir insanın, uzaktan uzaktan bakıyorum ben buna. Arada başını sallıyor merhaba dercesine çünkü hayvan gibi gözümü dikmiş oluyorum ne yapsın kızcağız merhaba anlamında başını sallıyordu, hafiften gülümsüyordu falan.

Onur diye bir arkadaşım vardı, bir gün yine bu kız merhaba diyerek başını salladı ve gülümsedi. Komboya bakar mısın? Aman allahım üçü bir arada resmen. Başımı yana eğip mal gibi gülmüştüm, Onur'un kolundan destek alarak bakmıştım o komboyu yiyince. Aduket etkisi yapmıştı. En sonunda dayanamadı tabi kız. Hoşlanıyorsan söyle geri zekalı mısın? diye sordu bana o gün.

Benim aklım çıktı. Elimde Caramio var, bir ısırık aldım, kıravatı gevşettim ve; NE HOŞLANMASI SALAK MISIN YA DEFOL GİT dedim.

Sonraki 4 gün falan kendimi dövdüm.

Bunu neden anlattığımı bilmiyorum.

20 Haziran 2017 Salı

Haftaya Müzik - İkiye On Kala


2 sene önce...

Eline bir kağıt, bir de kalem aldı. Gece olunca kapanan kahvehanenin sobaya yakın masalarını birleştirip yatardı. Üzerinde atlet vardı, altında adi bir eşofman. Üşümemesi yeterliydi. Kahvehanenin sahibi İhsan abi onu severdi. Geceleri orada kalmasına izin verirdi. Hem yardımcı da oluyordu akşamları.

Sigara paketinden iki tane çıkartıp, birini yaktı diğerini küllüğün yanına koydu. Hazır olsun istiyordu sanki. TV açıktı. Televizyon, bir kafesin içindeydi çalınmasın diye bir önlem olarak.

Kalem ve kağıt aldı. Masalardan birine oturdu, kağıdın altına gazete koydu çünkü yumuşak oluyordu kahvehane masaları.

Biricik; diye başladı. Olmadı.

Sevdiğim; diye başladı. Olmadı.

Boşverdi.

Ortalardan başladı.

Bir takım sıkıntılar var.

Bazı sıkıntılar oldu, sana bahsedemedim. Seninle güzel, mutlu anlar yaşıyoruz ama biz acıya alışkın olduğumuzdan, bastırmışız onları.

Sana anlatamadığım sıkıntılar oldu Biricik. Bazı dertler geldi başıma.

Geçenlerde bizim İhsan abinin oğluyla biraz turladık. 94 model bir araç almış, tur atalım mı dedi attık. Hoşuma da gitti.

Seni düşündüm.

Güldük. Tur attık sokaklarda, bir de gidiyor meret eski olmasına bakma. Güldüm çoğu zaman, seni düşünüp. Televizyon izlemeye alıştım senden uzaktayken. Kahvede sürekli açık oluyor, koca koca adamlar bazen evlendirme programları, bazen de suçluyu arayan kadının programını izliyoruz. Günümün tamamını kahvehanede geçirmiyorum. Bazen hamallık, şoförlük gibi işler çıkıyor. Bazen küçük tamiratlara gidiyorum. Harçlığım çıksın diye uğraşıyorum. Sağ olsun İhsan abi kalacak yer veriyor ya, bir de ona yardım ettiğimde cebime para da koyuyor.

Sana anlatamadığım sıkıntılar oldu Biricik. Farkındaysan hastalığının ne durumda olduğunu sormadım henüz. Soracağım ama daha var.

Seni çok merak ediyorum Biricik. Sensiz olmuyor. İyileş diye gerekli parayı toplayamayacağımı bilsem de beraber açtığımız banka hesabına her gün ne kazanırsam, bana ne kaldıysa atıyorum.

Birazdan şimdiye kadar attığımız en yüklü miktarı yatıracağım banka hesabına. Sakın şaşırma olur mu güzel sevgilim? Ben kazandım onu. Sen iyi ol, hemen ayağa kalk, benimle birlikte gül, benimle birlikte eğlen, benimle evlen diye kazandım.

Seninle tartışmayı, seni kızdırmayı özledim Biricik. Dün İhsan abinin oğluyla Beşiktaş'a gittik. Şu futbol takımı da olan yer hani sana anlatmıştım hatırladın mı? Cebinde 300 TL varmış. Vitrinde bir elbise beğendi, sevgilisi için aldı. Başka da parası kalmadı. O elbise en güzel sende dururdu ama şimdilik sen iyileş de beraber bakalım diye bekliyorum.

Hastalığın ne durumda? Mide bulantıların geçti mi? Gözlerin kararıyor mu? Her şeyi çok merak ediyorum. Halen daha dağ kekiği kokuyor musun? Hatırlıyor musun beraber parfüm yapıyorduk sana. Boynuna sürdüğünde buram buram kekik kokuyordun.

Beyaz boynuna...

Seni çok özledim. Yemeklerini de özledim. Günlerdir tost yiyorum ama kilo bile aldım beni merak etme sakın. Yarın sana bir telefon alacağım, bir de hat dedikleri bir kart. Artık onunla konuşabileceğiz. En azından sesine doyabileceğim.

Çakır'ı da çok özledim. Halen mahallede terör estiriyor mu? Onu ilk bulduğumuz günü hatırlıyorum. Çakır gözlü siyah bir yavruydu. Şimdi terörist oldu.

Seni seviyorum Biricik. Ne yaparsam yapayım, senin için yapıyorum. Allahın izniyle paramızı daha kısa sürede toparlayıp, seninle Amerika'ya gideceğiz. Ama öncelikle seni buraya aldıracağım önümüzdeki ay. Burada Cerrahpaşa diye bir hastahane var. Hani kasabadaki doktor da bahsetmişti hatırladın mı? Onlar da bir görsün seni Biricik.

Kekik kokulu sevgilim. Her şeyi senin için yapıyorum. Sen ve geleceğimiz için yapıyorum.

Seni seviyorum. Gözlerinden aşkla öpüyorum.

Sözlün

Mektup yazmayı bitirdikten sonra kendisine bir çay doldurdu. Kazanı kapatıp yatmak üzereydi ama son bir sigara içmek için bekledi. Yeni aldığı telefonun tuş kilidini açtı, bir şey yapmadan geri kapattı.

Masaya koydu, sigarasından bir duman çekip başını ellerinin arasına alıp düşünmeye daldı.

Anlatması gereken o kadar çok şey vardı ki. Kime nasıl anlatabileceğini bilemiyordu. Kalbi çamur tutmuştu. Bembeyaz kalbi, birkaç ayda şartlar öyle gerektirdiği için çamur tutmuştu.

Hiçbir şeyin düzelmeyeceğini bilerek ve bunu kabullenerek masaların üzerine kurduğu garip yatağa kıvrıldı.

18 Mart 2017 Cumartesi

Güne Yazı: Göğe Bakalım


Sanki icrada dosyası varmış gibi hissettiği bir öğle uykusu uyanışı...

Yeniden kahve almak için dışarı çıkmaya yeltendi ama hiç içinden gelmediğini farketti. Oraya kadar yürümek zoruna gitmişti aniden.

Müzik mi dinlesem? diye düşünmesi ve bundan da cayması üç saniye sürdü. Doğruldu. Uyuşmuştu. Saçlarını avuçladı ve başını kaşıdı, eli yüzüne doğru kaydı. Pantolonla uyumayı sevmezdi ama öğle uykusu kaçamaklarında buna çok takılmazdı.

Elini yüzünü yıkamak için lavaboya gitmesi ve soğuk suyun sıcağa dönmesini beklemesi süresince akşamı düşündü. Soğuk sudan o kadar çok nefret ediyordu ki suyun ısınıp ısınmadığını elle kontrol etmedi. Suyun renginin bulanmasını bekledi ki bulandı. Artık sıcak olduğuna emindi.

Bir şeyler atıştırdı. Ivır zıvır denilen türden. Bir suçlu olarak yaşamaya alışmıştı fakat kimsenin onun suçlu olduğunu bilmemesi artık rahatsızlık vermeye başlamıştı. Kovalamaca oynamaya motivasyonu olmadığı aklına gelince, kimsenin bilmemesi işine geldi. Tebessümle karışık gülümsedi.

Telefonu çaldı bu gülümsemeden birkaç saniye sonra. Arayan annesiydi.

- Güzel oğlum nasılsın?
- İyiyim anacağım asıl sizleri sormalı. Siz nasılsınız? Ablam nasıl?
- İyi. Ablan çarşıda işe başladı. Ben de evde oturuyorum biliyorsun yavrum.
- Size biraz para gönderdim. Çektin mi onu?
- Çektim çektim. Allah daha çok versin yavruma.

Gülümsedi. Hafif gözü dolu şekilde telefonu kapattı. Annesini ne kadar özlediği aklına gelmişti durduk yere. Belki gidebilirdi yanlarına birkaç günlüğüne izin aldığını söyleyip. Düşünülebilir üzerine.

Sırt çantasına ihtiyaç duyduğu her şeyi koyarak akşam olmadan evden çıktı. Taksiye binip, adres yazılı kağıdı adama okuttuktan sonra kağıdı yırttı. Heyecanlı değildi ama kalbinde pırpır eden bir şeylerin olduğunu farketti. Son günlerde çok şeyin farkına vardığının farkına vardı.

Adrese geldiğinde, daha önceden yaptığı keşfe bağlı kalarak önce yolun karşısındaki zengin pastanesine oturdu. Bir sigara içecek, belki kahve tüketecek, rahatlayacaktı. Belki de canı kahve istedi. Bilinmez.

---

Serap, genç bir kadın. Kıvırcık saçlı, temiz yüzlü, küçük ağızlı, minik ayaklı, hafif zayıf, biraz tombul, ince sesli bir kadın. Turgut Uyar seviyordu mesela.

Hatta mesaisi bitmeden birkaç saat önce eski sevgilisine;

Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin, bir ellerim yeter belleyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım

yazmıştı.