30 Temmuz 2013 Salı

Nabıcaz Be Kamil?


Yazasım yok. Aslında çok fazla yazmak istediğim şey var, ama yeri burası olmadığı için en azından buraya yazasım yok.

Garip şeyler var.

Dur bakalım. Bir şekilde Kekoyawa'ya ait her şeyden kurtulup, hayatımın anlamını bulacağım. Nasıl yaparım? Ne kadar zamanda yaparım? bilmiyorum kardeşim. Yapacağım ama. İstiyorsam bir şeyleri, yapmam lazım. İçim, içimi yiyor.

Dur bakalım, az kaldı. Birkaç gün daha.

Dur bakalım. Göreceğiz.




Siyasiyabend - Can Evimden Vurdun


Burada müzik paylaşmak istediğim her seferde saçma sapan şeylerle uzatıyorum yazmayı. Şimdi uzatmadan gireceğim. Bu gece bunu paylaşmak istedim sizinle.

Neden bilmiyorum ama yazacak ilhamım yok. Gerçi aman aman ilham gerektirecek şeyler yazmıyorum ama yazasım yok bu aralar. Dinle geç.


25 Temmuz 2013 Perşembe

Dünyanın En İyi İnsanları: Sayaç Okuyan Görevliler



Benim için evrendeki en iyi insanlar, Elektrik İdaresinde çalışan ve eskiden kapı kapı dolaşan görevliler. Yaşımı tam hatırlamamakla birlikte, olanları algılayabilecek, hatırlayabilecek çağlarımda olduğum kesin.

Bir ara fotoğrafını paylaşmıştım çocukken kaldığımız evi. Yine, paranın bize gülmediği dönemlerden birinde, Babamın askerlik arkadaşı bir amca vardı. Hiç adını falan bilmiyorum. Sadece hayal meyal geldiğini hatırlıyorum. O günlerde, babam geçim zorluğundan, eve ekmek getiremediğinden falan bahsediyor. Adam dedi ki;

- "Ya kardeşim Elektriğe para mı veriyorsunuz? Gel bağlayalım kaçak. Direkten.

Eskiden hatırlayanınız vardır. Direkler olurdu mahallelerde. Elektrik telleri oradan geçerdi. Cızır cızır ederdi bazen de.

Babam zaten çaresiz. Elde yok, avuçtaki ekmeğe yetmiyor. Aslında çok dürüst bir adamdır. Öyle kaçak elektrik falan sevmez.

- "Paramız kadar yaşayalım" der sürekli.

Ama evde 2 çocuk. Hanım. Elektrik parasını boğazına harcarsın. Düşününce bana da mantıklı geliyor şimdilerde.

Bizim akıllılar, kanca yaptılar. Oradan hoop eve kabloyu çektiler. Bağlıyorlar falan. Neyse, bağladılar bunlar. Elektrik beleş. Yaşıyoruz.

Babam, sabah giderken kancayı çıkarıyor ki, sayaç okumaya gelen adam falan görmesin. Akşam gelince yine takıyor kancayı.

Bir gün, babam sabah giderken çıkartmadı kancayı. Ben iyi hatırlıyorum.

- "Kanca kaldı direkte" diye seslenmişti annem.

Öğlene doğru, kapı çaldı. Yandan camdan baktı annem. Sayaç okuyan adam gelmiş.

- "Aç kadın!" diye sesleniyor.

Amına koyayım, diyorum içimden. Hiç küfür bilmediğim halde.

Annem açtı kapıyı. Ben annemin eteklerinde, abim yanında. Adama bakıyoruz öylece. Adam da bize bakıyor.

- "Bu nedir?" diye sordu adam. "Hemen çıkartacaksınız ceza da yazacağım."
- "Abi lütfen yapmayın. Eşim yapmıştı. Gerçekten kullanmak istemiyoruz aslında. Ben de sökemedim onu" diye ikna etmeye falan çalışıyor. Tam cümleyi hatırlamıyorum.

Ulan hiç unutmam o adamın muazzam tebessümünü. Bana baktı, abime baktı;

Annem ağlıyor korkusundan.

- "Çocukların hatırına ceza yazmıyorum. Akşam kocana söyle çıkartsın bunu. Haftaya yeniden bakacağım"

Annem, belki de gördüğüm en rahatlamış tepkisini vermişti orada. Dualar ediyor, Allah razı olsun falan diyor. Ben de gülümsüyorum bir bok anlamış gibi.

Dünyanın en iyi adamlarıdır elektrik idaresinde çalışan adamlar benim için.

O günden sonra babam da gelince elektrik direğindeki kancayı söktük. Bir şekilde, öyle böyle yaşamaya devam edebiliyorsun.

Dünyanın en iyi adamlarıdır lan elektrik idaresinde yaya gezip sayaçları okuyan adamlar :) Çok iyiler lan.



Değişemeyeceğim Tek Ezgi: Nu Alrest




Başlığı okuyup buraya geldiysen, yukarıdaki müziği açmış olman lazım. Bana göre, Dünyanın en iyi Ezgisi bu dinlediğin. Bazen haftada 1 kere, bazen ayda 1 kere gelir aklıma. Kıpır kıpır olduğunda içim, düşünmem gereken gözler varsa ve aklıma getirmekte zorlanıyorsam, düşlemem gereken bir kadın varsa ve zorluk çekiyorsam odaklanmakta,  Nu Alrest koşar yardımıma.

Mesela olmak istiyorsam köyümün araç lastiği değmemiş yollarında küçüklüğümde olduğu gibi, açarım bunu dinlerim. Tebessüm etmeyeli olduysa uzun süre sahiden, açarım bunu dinlerim.

7 dakika boyunca evrendeki tüm sıkıntılar, dertler, olumsuzluklar silinir aklımdan. O anda, tam olmak istediğim yerde hayal ederim kendimi. Çölün ortasında, bir devenin üzerinde. Bata çıka gidiyoruz kumlara. Tam evrenin merkezidir o çöl 7 dakika boyunca. Uzaktaki bir hedefe ilerlemem sadece 7 dakika alıyordur. Hiç korkmam, "ya çölde mahsur kalırsam" demem mesela.

Zaten Nu Alrest'i ilk defa Cihat Akbel'den öğrenmiştim. Geçen sene oldu sanırım bu. Ona da minnettarım.

21 Temmuz 2013 Pazar

Aldığım İlk Ölüm Haberi


Ölmek, öldürmek, öldürülmek gibi şeyler bana normal gelmeye başladı seneler öncesinde. Bilmem belki sen de böyle düşünüyorsun. Bunu bilemem benimle paylaşmazsan.

Hayatım boyunca tabii ki böyle değildim. Şöyle oldu aslında;

Çok küçüğüm yine. Anne tarafından Dedemi hiç görmedim ben, sürekli anlatırlardı ama uzakta oldukları için gidemez, onlar yaşlı olduğu için de gelemezlerdi. Telefonla da konuşmadım hiç. Gerçi sonraları, Annemle araları kötü olduğu için konuşmadıklarını öğrendiğimde "vay anasını ya. Biz mahrum kaldık!" demiştim.

Bir akşam sularımı satıp gelmişim. Eve ekmek için gerekli olan parayı getirmişim. Eve girerken, saçma sapan bağırışlar duydum, Annem bağırıyordu. Hatta çığlık atıyordu. İçeriye girdim şaşkınlık içerisinde.  Babam, hafif ağlıyordu Annemin başında. Annem başörtüsü falan ne varsa yırtmış atmış. Üstü falan paramparça. Komşu kadınlar gelmiş, onlar da ağlıyorlar ve birisi de annemin yüzüne, ellerine, bileklerine kolonya sürüyor.

Ne oldu? diye sorduğumda;

- "Deden" dediler.
- "Ne olmuş?" dedim.
- "Kaybettik oğlum. Ölmüş" dediler.

Aldığım ilk ölüm haberiydi. Ne yapılırdı? Nasıl davranmak gerekirdi? Anneme sarılmalı mıydım? Acısını paylaşmalı mıydım? Ağlamalı mıydım?

Öylece durdum birkaç saniye. Sanki insanlar bana bakıyordu, "ağlamayacak mı?" diye soruyorlardı belki içlerinden.

Elimde, artan su şişeleri duruyordu. Birisini Anneme uzattım sakince. Aldı elimden ama açmadı kapağını. Elim ayağıma karışmıştı. Aldığım ilk ölüm haberinde, kalbim kas katı kesilmişti. Köşedeki ahşap, kırık dökük sandalyeye oturdum. Yanımdaki muhabbet kuşunun kafesine parmağımı sokup, ısırmaya çalışmasını izledim. Sanki halen insanlar bana bakıyormuş gibi geliyordu.

Ağlamadım. "Ölmüş, gitmiş" diyordum sanki içimden. Tam hatırlamıyorum şuan. Ama;

-"Herkes ölecek nasıl olsa" diye içimden geçirdiğimi hiç unutmam.

Neyse. Ben, ilk ölüm haberi aldığımda tepkisiz kaldım. Ondan sonraki bütün ölüm haberleri ya da kötü haberler için hiç telaşlı ya da üzgün tepki verdiğimi hatırlamıyorum.

Ölüm, doğal bir olaymış meğerse.


19 Temmuz 2013 Cuma

Yozlaşmış İslam ve Çıkar İlişkileri


Ben, "nerede çokluk, orada bokluk" cümlesine çoğu zaman katılmışımdır. Aslında anlatmak istediğim tam olarak da bu cümleyle alakalı.

Şöyle ki;

Bugün, biraz Dinler Tarihi, İslam Felsefesi gibi ağır konulardan konuşurken bu basit ve hafif sonuca vardım yeniden. Deist olduğum, Müslüman, Hristiyan ya da Ateist arkadaşlarım tarafından bilinir. Deism, etik ve ahlak tabanında beni çok etkilediği ve tam anlamıyla kafa yapıma uyduğu için tamamen ve sonsuza dek Deist olarak kalmak gibi bir planım var.

İslam'ın ne kadar yozlaştığını ve zamanla siyasal ve kültürel bir ideolojiye dönüştüğü konusunda fikirlerimi belirttim Müslüman arkadaşıma. O da başı öne eğilmiş şekilde onaylar bir kafa sallamayla benim fikirlerime katıldığını belli etti.

Kendisi de, 14 yüzyıl önce yaşanan İslam ile, şuan yaşanan İslam'ın arasındaki farklardan ve benzerliklerden bahsetti. Tabii ki, bu yozlaşmanın tek sebebi de İslam'ın çok geniş bir kitleye yayılmış olması ve son kutsal kitap olduğu söylenen Kur-an ile sınırlanması. Düşünsene, kulaktan kulağa oynuyorsunuz arkadaşlarınla, en başta söylediğin şey, nasıl da saçma sapan bir şeye dönüşüyor en son sıradaki kişiye varana dek. Kuyruk, ne kadar çok uzun olursa, o kadar çok değişiyor en başta arkadaşının söylediği şey.

Böyle bir şey bana göre Dinlerin yozlaşmasının sebebi. O kadar çok büyüyor ki, o kadar geniş ve farklı coğrafyalarda adından söz ettiriyor ki, zamanla ister istemez uyarlamalar, değişimler yaşanıyor. Mezhepler de bunun en büyük kanıtı olsa gerek. Diyeceğim şu aslında; İslam, ya da bir başka Din bu kadar geniş kitlelere yayılmamış olsaydı, inanın daha geçerli olurdu.

Özellikle Türkler, Osmanlı döneminde yoğunlukta olmakla birlikte İslam'ı kendilerine göre çok iyi evirip çevirmiş ve tamamen Kültür haline getirmiştir. Bu da ister istemez Siyasal bir kılavuz haline çevirmiştir İslamı ve Kur-anı. İslam, İlahi niteliğini çoktan kaybetmiştir.

Mezhepler, Tarikatlar, Terör Örgütleri, Kardeşlikler daha tonla şey sayabiliriz. Onlar, çil yavrusu gibi Dünya'nın her yerine yayılmamış olsaydı, İslam ve diğer dinler bu denli alet edilmeyecekti Siyasete.

Ben, şahsen Deism gibi muazzam bir Felsefenin çok fazla kişiye yayılmasını istemem. Çünkü, nerede çokluk olursa, orada dezenformasyon ve çıkar ilişkisine göre hareket etme güdüsü çok baskın olur. Eh, bir Realist bile, "çıkarlara göre hareket olur ve bu tehlikelidir" diyorsa vardır bir sıkıntı.

Dediğim gibi, çok fazla kişi tarafından kabul görmüş ideolojiler çöptür.

15 Temmuz 2013 Pazartesi

Ben Suçsuzdum



En son masum olduğum zamanı hatırlıyorum. Sanırım 8. sınıfa gidiyordum. Aynı şimdilerde olduğu gibiydi, hiç arkadaşım yoktu. Herkes büyüktü benden falan.

Bir Salı günüydü. Hiç unutmam. Hava kapalıydı ve sarı gömlek, gri pantolon, yeşil süveter vardı üzerimde. Orta grubun, en arka sırasının önündeki sırada oturuyordum. Sıralarda 3 kişi otururduk ve ben en solda oturuyordum.

O zaman çok masumdum işte. Cebimde taso vardı bir tomar. Tenefüs zamanı gelse diye saate bakardım. Öğretmenimin kolumdan zorla çıkardığı saatime...

İşte tam o tenefüse yaklaşırken zaman, ben en son masumiyetimi yaşıyordum. Daha sonrasında hiç masum olduğumu hatırlamıyorum.

Tenefüse tam 7 dakika vardı. Sıkılmışım artık dersten. Türkçe'ydi ders, kıvırcık saçlı bir kadın giriyordu dersimize. Ben saate baktım birkaç saniyeliğine. Kapıdaki üçgen kolonya satan torbacı abinin saatiyle aynıydı. Casio markaydı. Bir bayram dönüşü topladığım harçlıklarla, Karaköy'den almıştık alt geçitteki saatçiden. Çok değerliydi lan. Babamın askerde taktığı saatin aynısıydı ve bildiğin değerliydi. Zaten fakirden halliceyiz, almışız saati. Bilseydim sonunun kötü olacağını, getirmezdim okula. Ama saat işte.

6 dakika kalmıştı tenefüse. Tenefüs, tam 5 geçe çalıyordu ve 1 dakika sonra saat başı olduğu için saat 2 kere; "dıt dıt" edecekti.

Etti...


12 Temmuz 2013 Cuma

Ben Hiç Uçurtma Uçurtmadım



Bu şarkıyı dinledikçe dinleyesim gelir benim. Ama önce aklıma gelmeli. Aklıma gelmese aramam, ama bir gelirse, uzun süre dinlerim. Ardı ardına. Yazasım var da yazasım yok.

İlk kez uçurtma gördüğümde verdiğim tepki gibi; "ohaaaa" demek istiyorum mesela. Ama yok. Demek istemedim şimdi. Sahi, ilk uçurtma gördüğümde kaçtı yaşım? Neden hatırlayamadım? Yoksa değer mi vermemişim?

Ne kadar da aptalmışım...

Mesela, vantilatörün önüne geçip; "haaaaaaaaaa" diye bağırdığımda çok küçük olduğumu hatırlıyorum. Ama uçurtma gördüğüm tarihi hatırlamıyorum. Ama bir gerçek var ki, hiç uçurtma uçurtmadım.

Ne kadar da aptalım.

- "Özgürlüğümdür!" diye bağırıp da uçurtmayı bıraksam ya havaya. Saçmalık.

Neyse.

Bu gece kimseyi sevmiyorum.

11 Temmuz 2013 Perşembe

İkizler Mevzuları



Gördüğüm ilk meme, eski mahallemizdeki Özgül Abla'nın memesiydi. Yaklaşık 5 saniye kadar sürmüştü ve, hatırladığım kadarıyla, güzel memelerdi.

Özgül Abla, eşinin kendisini aldattığını öğrenmiş, üstüne de dayak yemişti aynı eşten. Yaşım küçük. Çocuğum işte. Ne bileyim.

Kadın, aklını kaçırmış. Sanırım 1-2 ay kadar Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları hastanesinde yatmıştı. Halen kafası yerine gelmemişken getirmişler evine kadını. Ne yapacak? Yeniden döndü dolaştı, evine, kocasının yanına, çocuğunun yanına döndü. Güzel kadındı gençken. Şimdilerde biraz çökmüş. Geçen gün gördüm.

Neyse. Uzatmayayım.

Eve getirdiklerinde yine atak geçirmiş. Mahallenin kadınları eskiden dayanışma içerisindeydi bizde. Hemen tutmuşlar sakinleştirmişler. Azıcık sokakta gezineceklerken, Annem;

- "Gelin hanımlar, çay içelim" dedi. Kafa bir dünya kadında. Geldiler.

Eskiden, misafirler gelince, küçücük evde gidecek yer bulamazdık. Abimle ortak kullandığımız ve sadece iki ranza alan camsız bir odamız vardı. Oraya sokardı annem bizi misafir gelince. Neyse, bunlar geldiler ve bizde oturmaya başladılar. Ama kadın on numara etkisinde ilaçların. Mal mal bakıyor uzaklara doğru.

Ne olduysa, üzerine su döküldü. Neyse ki çay değil. Ben, sadece bağırmasını duydum. Sinirleri bozulmuş su dökülünce. Annem de;

-"Tamam hayatım, sinirlerini bozma. Hemen değiştiririz. Benimkilerden veririm" diyor.

Ben hiç akıl edemedim. Ne yapmak için kapıyı açtığımı hatırlamıyorum, ama meme görmek için değildi. Onu biliyorum. Bizde saygı vardı.

Kapıyı açtım, önümde sapsarı iki meme. Benim farkımda değil ve ben kitlenmişim ağzım açık. 5 saniye kadar baka kaldım. Sonra hiç kimse farkına varmadan kapıyı kapattım sessizce.

Senin haricinde kimse bilmez...

Gördüğüm ilk meme sizi ilgilendirmez gerçi, ama anlatmak istedim. Az önce meme gördüm de aklıma geldi.


10 Temmuz 2013 Çarşamba

Dörtmayısikibinonüç

Tanrı, ne kadar varlığı muhtemel bir güçse, ölüm de en az o kadar etkili bir güçtür. Ne ilk ölen, ne de son ölen olamayacağınız için, ne zaman, nerede, ne şartlarda öldüğünün de anlamı yok.

Tam bu satırları yazarken, telefonu çaldı.

-Komiserim yine.

- Geliyorum.

İnsan, ana rahmine düştüğü andan itibaren, bazı şeylere bağışıklık kazanmaya başlar. Bazı duyguları, bazı yetenekleri, anne karnında öğrenir. Bu farklıydı.

Bağışıklık, peşinde olduğu adama karşı devreye girmişti. "Sikimde değil" demiyordu ama, yine de artık istese de kafasını yoramıyordu. Aracınızın vitesini 5'den 4'e düşürmek gibi yokuşlarda. 4'den 3'e çekmezse.

Çekmiyordu artık. Kaçıncı olmuştu bu? 7 mi? 8 mi?

Olay yerine vardığında, yine her zaman olduğu gibi kuru polis kalabalığı ve çakar lambaları. Kabaca 20 kişi saymıştı. Ama bu 20 kişinin sadece 3 tanesi orada gerekliydi. Bir de kendisi geldi, 4.

Girdiğinde karşılaştığı manzara diğerlerinden farklıydı. İlk defa elini ağzına götürdü ve,

"Hassiktir, bu ne?"

dedi.

8 Temmuz 2013 Pazartesi

Anne Ben Deist Oldum



Küçüklüğümde, okul biter bitmez memlekete gönderirdi ailem beni. Karneyi alır almaz, 6 yaşımdan itibaren zaman zaman, İstanbul - Sakarya, oradan da köye giden yolu tek başıma alırdım. Ama ilk seferinde Babam takip etmiş. Sonraları söyledi bana.

Benim Dedem Ayyaştır. Babaannem ise sıradan bir Müslüman. Ama namaz falan kılmaz. Sözde Müslüman. Yazın, sabahları inek güder, öğle aralarında falan da "zorla" Camiye gitmeye zorlanırdık.

Aslında bu, nasıl Deist olduğumun, kısa hikayesidir.

Bir gün, hayvanlar öğlen sıcağında kalmasın diye ahıra bağladık. Cami, 10 dakika yürüme mesafesinde. Cami'ye kadar yürüdük. Elimizde elif-be (belki de ba) cüzü. Cami'nin kapısına vardığımızda, içerideki sesleri duyuyorduk;

- "Elif, Be, Te, Se, Cim..."
- Şak!
- "Elif, Be, Te, Se, Cim, Ha, Hı"
- Şak!
- "Gırtlak nerede?"

Ankara lastiklerini bir kenara koyup, bir kenara oturur, ne zaman bize sıra gelecek diye tedirgin şekilde beklerdik. Genç bir hoca vardı. Müezzinlik yapardı aynı zamanda. Sesi iyiydi, hakkını yememek lazım.

Bir Ezan okurdu, hanımlar hep kapı önüne çıkardı bu güzel sesi dinlemek için.

Sıra bana geldi. Zorlamaya hiç gelemeyen bir yapıya sahibim. İçim kıpır kıpır, Çay'da yüzen, Irmak'ta serinleyen arkadaşlarımı düşünüyorum aslında.

Elif gibi dosdoğru bir sopayla dürttü beni Hoca.

Başladım;

- "Elif, Be, Te, Se, Cim, Ha, Hı, Dal, Zel, Ze, Sın, Şın"
- Şak! indi sopa koluma doğru.
- "Rı nerede!"
- "Elif, Be, Te, Se, Cim, Ha, Hı"
- Şak! indi sopa dizlerime.
- Gırtlaktan çıkacak!

Öyle böyle atlattım o gün. Her şeyi çok hızlı öğrenen, tekrarlamasına bile gerek kalmayan ben, şu kadar harfi aklımda tutamıyordum korkudan.

Çocuğum daha...

Aklımda Mudurnu Çayında külotla yüzen arkadaşlarım, küçük memeleri çayda ıslanınca belli olan kızlar vardı...

Namaz vakti geldi. Namazlar kılındıktan sonra Cami'de namazlarımızı nasıl kıldığımızı kontrol etmek için yeniden kıldırırdı bize Hoca.

Elinde, Elif gibi dosdoğru bir sopa vardı yine.

Geziyor arkamızda. Hepimiz oturmuş, ayaklarımızı parmaklarımızı garipçe kırarak bükmüşüz, ellerimiz dizlerimizin üzerinde.

Sesler geliyor hoca yürüdükçe.

- Şak!
- "iyi bük ayağını!"

Bana geldi;

- "Nasıl kalktığını göreyim. Doğrul"

Destek almadan ayağa kalkmak gerekiyor. Ellerle hafif bir destek almak yok. Çevik bir yapım vardı ama o anda ne olduysa tökezledim. Belki de korkudan.

-Şak! Sopa belimde. Babamdan yemediğim dayağı yiyorum 1 saattir. Şak! sopa popomda.

- "Öyle mi kalkılıyor?"

- " Hocam sadece ayağım takıldı. Gerçekten kalkabiliyorum düzgünce."
- Şak! "Konuşma"

O saniye, çıktım Cami'den. Bir daha da girmemek için yemin ettim.

Cami'den eve giden 10 dakikalık yol boyunca;

- "Sana mı soracağım nasıl ibadet edeceğimi? Neden vuruyorsun? Niye vurdun bana? Babama söyleyeceğim seni. Şerefsiz"

O günden sonra cami'ye hiç girmedim. Zorla beni gönderdiklerinde kaçtım. Elif gibi dosdoğru bir sopayla dövmeseydi beni, doğru yolu bulamayacak, mantığımı konuşturmak için fırsatı yakalayamayacaktım.

Anne, ben böyle Deist oldum.


6 Temmuz 2013 Cumartesi

Herkes Ağlatır Tombulları


Önce play tuşuna bas.


Pencereden dışarıya baktım arkadaşımın evindeyken, kafamı dışarı tam çıkartmayarak. Karşı penceredeki kadın, yemek sandalyesinde oturan küçük çocuğun ağzına bir şeyler tıkıştırıyor idi. Dar sokakta çocuklar 12 oynuyordu. Anne olup da oyundan çıkan tombul çocuk, ellerini çenesine koymuş, üzgün üzgün izliyordu.

Hayat, devam eder.

Yaşlı adam, çocuk gürültüsünden nefret ede ede penceresi açık oturmaya ısrar eder mesela.
Mama sandalyesinde, annesinin yedirmeye çalıştığı saçma sapan mamayı yememek için çırpınan bebek, büyümeye devam eder. Mahallenin gençleri, çekirdek çitlemeye devam edecek kesinlikle. Her gün işten eve giderken çocukların futbol oynadıkları yoldan geçen genç adam, topları sekse de vursam diye heves etmeye devam edecek.

Kahvenin kapısındaki adamlar, sigara içerken gelene geçene bakmaya, çok samimi olduklarına laf atmaya devam edecek. Mahallenin tombul çocuğu hep anne olacak mesela elemeli oyunlarda. Kızlar, merdivende oturmaya devam edecek, büyüdüklerinde yapmak istediklerini hayal ederek.

İş bulacak mesela bu sokaktaki her çocuk. İşten ayrılacak mesela. Ya da atılacak. Aşık olacak, aşık edecek, reddedecek, reddedilecek. Ağlar belki tombul olan.

Savaşlar çıkacak. Erkekler belki oraya gidecek. Bazıları gitmek istemeyerek gidecek, bazıları gitmek isteyecek ama gidemeyecek. Yine ağlayacak tombul olan.

Hep tombul olanlar mı ağlar? Yoksa en çok onlar mı ağlıyor? Yoksa ağlayanlar tombul mudur?

Çok mu karıştı?


5 Temmuz 2013 Cuma

Tamam


Ortaokul dönemlerinde bir kızdan çok hoşlanmıştım. Çocukluk. O zamanlar taş gibiyim. Orta boyum, düzgün taranmış saçlarım ve akşamdan halının altında düzleştirilmiş pantolonumla adeta yakışıklıydım. Yakalamaca oynarken önümden geçmişti. İkinci geçişinde ise üzerime düşmüştü ve götü kafama çarpmıştı. :)

O anda kaldırdım yerden falan. Ağlıyor. Cebimde mendil, hemen göz yaşını silip ağacın kenarına oturtmuş ve düşerken yere sürtüldüğü için yaralanan ellerini suyla temizliyordum. Sonra istemeye istemeye cool şekilde içeri girmeye itilmiştim arkadaşlarım tarafından. Sonra bu bana mektup yazdı :) Etkilemişim sonuçta. Yakışıklı adamız o zamanlar.

Ertesi gün okuldan kaçıp erik toplamaya gittik. Mektubu da oraya kaçarken kapıda aldım. Erik falan toplayıp sigara içiyoruz. Mektup triplerindeyim ben. Okulun çıkışında kalabalığa karışırken gördüm bunu. Adı Burcu idi sanırım. Belki de Büşra.

Hatırlayamadım o ayrıntıyı.

Yanına gittim, erik yiyoruz, okuldan kaçmışız, triplerdeyiz. Leş gibi sigara kokuyoruz falan. Dedim ki mektubu okudum. İstersen yarın tenefüslerde okul bahçesinde dolaşalım :)

Neyse, biz bu kızla 2 hafta tur attık bahçede :) Alt kattaki spor salonunda sıkıştırdım falan biraz. Mıncıkladım. :)

Sonra tabii ki sıkıldım. Yavşakça terk ettiğim ilk hanım o oldu. Hiç yüzüne bakmadım falan. Okul bahçesinde dolaşmalara falan son verdim. Ahmet Kaya çalıyordu az önce oturduğum cafe'de, oradan aklıma geldi. Dedim ya, bilinçaltımın çalışma prensipleri karışık.

Belki de esas yapmak istediğim İstanbul'a veda ederken farklı bir mesaj vermektir. Kimse bilemez.

Doymadım.



2 Temmuz 2013 Salı

Pire


İnsan, çeşitli evrelerden geçerek büyür ve olgunlaşır. Bebeklik ve dönemleri, çocukluk ve dönemleri, ergenlik ve dönemleri, gençlik ve dönemleri, orta yaş ve sendromları, olgunluk, yaşlılık ve dönemleri. Bence böyle olmalı.

Ben, kendi adıma bu dönemlerin sadece 3 tanesini yaşadım. Bebeklik ve dönemleri, çocukluk, olgunluk.

Yaşım 30'dan az olmasına rağmen budur durum.

Ben pirelenmiştim ilkokul yıllarımda. Aslında onu anlatacaktım. Yine karıştırdık frekansları.

Büyüdüğüm mahalleyi daha evvel anlatmıştım. Hayatım boyunca unutamayacağım, unutmama zihnimin izin vermediği her şeyi o mahallede yaşadım diyebilirim. İlk kez o mahallede seviştim mesela. İlk kez o mahallede düşüp dirseğimi yardım. İlk kez o mahallede ağzım yüzüm kan içerisinde mahalle kavgalarından döndüm. İlk ve son kez o mahallede pirelendim.

Bir sabah uyandık. Akatlar tarafında o zamanlar BJK Kolejinin toprak, kocaman bir sahası vardı. Oraya top oynamaya gitmek için 1 saate yakın yürürdük. Yine yürümeye başlayacakken o sabah sokaktaki terk edilmiş dükkandan leş gibi bir koku geldiğini hissettik.

Nedir? Ne değildir? derken biz yolumuza baktık. Gittik. Top oynadık, kel hocanın gözüne girmeye çalıştık. Ama bizi hiç seçmezdi takıma. Yine seçmedi.

Eve geldik öğleden sonra.

Yine o terk edilmiş dükkanın önünden geçerken koku duydum ben. Ama çok ağırlaşmış bir koku. Dayanamadım. Hafif aralık bir camı vardı. Ağzımı ve burnumu t-shirt ile sardım iyice. Bir cengaver edasıyla girdim o kırık camdan içeriye. Altımda şort, ayağımda futbol ayakkabısı.

Girmez olaydım...

Hayatım boyunca unutamayacağım o anı yaşamamış olsaydım keşke.

Dükkanın zeminine ayağımı basar basmaz annemin bağırışlarını duydum ben zaten.

- "Oğlum! Girme"

Girmiştim bir kere anacığım...

Girdiğim anda, yerde yatan ölmüş kedi yavrusunu gördüm. Detaylarını anlatmayayım, ama halen gözümün önüne gelir arada sırada.

Vücuduma bir şeyler çarpıyordu sanki.

"Pıt, pıt, pıt, pıt pıt pıt pıt pıt pıt pıt"

Hemen kedi yavrusunu falan bırakıp kendimi dışarı attım. Gözlerimi açamıyordum. Nefes alamıyordum. Belki de binlerce pire. Hepsi üzerimi kaplamış...

Bak yine kaşıntı tuttu.

Kapının önünde annem belirdi birden bire. Herkes benden kaçıyor. Annem hemen eve gidip balkondan hortumu sarkıttı. Beni çağırdı o tarafa doğru. Üzerimde pirelerle yürüyorum adeta kahraman gibi. Öküzlük işte.

Gittim. Annem bana su sıkmaya başladığı anda pireler teker teker düşmeye başladı. Bir yandan da etrafa su sıkıyor ki yerde de yaşamasınlar. En sonunda ben can havliyle altımdaki şortu da çıkarttım.

Altımda mavili bir don var. Herkes bana bakıyor mahallede. Donu da çıkarttı annem bir anda. Ne yapacağımı şaşırdım. Çıplak halde tüm mahallenin gözü önünde ıslatılıyor, bir yandan da gülüşlerine şahit oluyordum.

Evden 1 ay çıkmadığımı hatırlıyorum.

Şimdi düşündükçe yine kaşındım. Duş alayım da kendime geleyim.